DR. MUSTAFA KÖK: "ŞÜPHESİZ, OKUMAK BİR MERAK VE ZEVK İŞİDİR"

 

10. sayımızda Dr. Mustafa Kök’le çocukluk yıllarını konuşmuştuk. Söyleşimiz bu sayıda onun yazdığı eserleri, lise ve üniversite yılları, Kahramanmaraş’ın dünü ve bugününe dair gözlem ve tespitleri doğrultusunda devam ediyor.

 

Çocukluk yıllarınızdaki Kahramanmaraş’ı bize anlatır mısınız? İnsanı, şehir yapısı, doğası ve kültürüyle birlikte… O yılların Kahramanmaraş’ıyla günümüz Kahramanmaraş’ı arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?

 

Önceden söylediğim gibi, ben Elbistanlı olduğum için çocukluğum orada geçti ve Maraş’tan (malûm, henüz “Kahraman” sıfatı da eklenmemişti), ancak ortaokul sonrası gelip geçmeye başladım. 1962 baharında Elbistan’dan, sanırım bir sınav dolayısıyla ilk gelişimde çok heyecanlanmıştım. Çünkü ilk defa yaklaşık 60 bin nüfuslu olduğunu öğrendiğimiz bir “büyük şehre”, hem de kendi ilimize giriyorduk (1960 sayımına göre merkez nüfus 54.447, 1965’te 62 bin küsur).

 

Bugünden o günkü Maraş izlenimlerime bakınca, ne kadar da sakin bir şehirdi. Düz ovada durgun akan bir ırmak kadar sakin göründüğünü söyleyebilirim. Bakırcılar Çarşısı'nın çekiç sesleriyle otobüs garajlarının gürültüsü de olmasa (malûm, bugünkü Selçuk İş Hanının yerinde), başka bir ses duyulmazdı âdeta… Ne kadar az araba vardı!.. Kimsenin binmediği, âdeta boş hareket eden bir belediye otobüsü olduğunu hatırlar gibiyim (acaba sayısı kaç taneydi?). Ama gelip geçtikçe çarşısını, özellikle Kapalı Çarşısı’nı hayranlıkla gezdiğimiz aklımda. Garajların üst tarafından kalkan dolmuş taksilerle, özellikle bahar aylarında yemyeşil ovasından geçerek Antep’e giderdik. Elbistan gibi, zemin ya da çoğu tek katlı evlerde oturulduğu belli olan (o yıllar apartmanları henüz filmlerde görürdük) her yanından şarıl şarıl sular akan yeşil bir Anadolu şehri.

 

1979 Kasım ayından itibaren ise (10 yıllık bir Erzurum ikameti hâriç) hep burada oturdum. 1979’dan Erzurum'dan ayrıldığımız 1987’ye kadar bile bu şehir ana dokusunu nerdeyse korudu denebilir. Özal döneminin getirdiği kooperatifleşmeyle birlikte genişleme ve büyüme başlasa bile, henüz şehrin çevresi bağlar-bahçelerle, marul tarlalarıyla donatılı ve apartmanlar azamî 3-4 katlıydı. 1997’de döndüğümüzde ise şehir çeperlere doğru hızla büyümüş, zeytinlik ve bağların yerinde yeller esmeye başlamış, “Binevler” semtiyle Üngüt’e yaklaşmıştı. O günden bu güne geçen 25 yılda ise geldiğimiz nokta malûm: İlk geldiğim yıldan bu yana nüfusu tam 10 katı artmış, etrafındaki bilmem kaç köyü de yutmakla 600 bini aşmış bir şehir!... Üniversiteden Ahır Dağı yamaçlarına bakınca, dağın orta yerine kadar tırmanmış, heyula gibi dikilen serapa bir beton ormanlığı. Peki, böylesi doğru değil idiyse, ne yapılabilirdi? Uzun hikâye!..

 

Öğrencilik yıllarınızdan en çok neyi özlüyorsunuz? Bir arkadaş, öğretmen, bir ders, aktivite…

 

Liseli yılların arkadaşlıkları bir başka oluyor galiba. Daha içten, daha fedakârca… O yıllardan iki arkadaşım vardı, ikisini de geçtiğimiz yıllarda kaybettik. Birisi sonra FKB öğretmeni olan kendi köyümden Mustafa Pakdil, maalesef 23 Ocak 2014 yılında dramatik bir şekilde, İzmir’de hayata vedâ etti. Diğeri de okuduğu İstanbul Hukuk Fakültesini bırakıp sonra sınıf öğretmenliğini seçen İslâhiyeli Ökkeş Şentürk ki, onu da 20 Kasım 2017’de kaybettik. Her ikisiyle de hem lisede hem İstanbul’da beraberdik. Her ikisi de zekî ve kabiliyetli oldukları hâlde inanılmaz sebeplerle yeteneklerinin meyvelerini deremeden yaşadılar ve göçtüler. Karşılıksız sevgi ve bağlılıklarımız vardı. Sanatkâr olsam, her ikisinin de romanını yazmak isterdim. İkisini de özlemle anıyorum. Öğretmen olarak Prof. Nermi Uygur’un ders anlatışını özlememek mümkün değil, felsefeyi şiir gibi anlatırdı. Aktivite olarak da, çok azına katılabildiğim İstanbul’daki Nurettin Topçu sohbetlerine niye daha çok katılamadım diye hayıflanırım. Tarihçi Prof. Ali Birinci (2008-2011 arası TTK Başkanı) arkadaşımız Ankara’da Siyasal Bilgiler öğrencisi iken, 1960’ların sonunda sırf onu dinlemek için her cuma akşamı çıkıp en ucuz otobüslerle sabah İstanbul’a iner, cumartesi Hareket dergisinde öğlen sohbetine katılıp yine en ucuz otobüslerle akşamına dönermiş. İşte bir insanı keşfetmek ve sevmek budur. (Bkz: Bir İnsanla Karşılaşmak, Dergâh y. 2020) Andıklarımızın cümlesine rahmet olsun.

 

İlk okuduğunuz kitaplar nelerdi? Ayrıca mutlaka okunmalı diye tavsiye edeceğiniz kitaplar hangileridir?

 

İlk gençlik yıllarımızda tarihî romanlar olarak Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. Ama meslekî sebeplerden midir nedir, daha lise çağlarından itibaren ağırlıklı olarak fikrî eserler tercihim oldu. Kitap değil de birkaç yazar ismi zikredelim isterseniz. Bilgelik ve erdem konuları için Eflâtun (Platon)’un diyaloglarını (özellikle Sokrates’in Savunması’nı), tarihin romanlaştırılması örnekleri için Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu ve Kemal Tahir’i (özellikle Kilit ve Yol Ayrımı’ını), fikrî eserlerde ise mizaç ve görüş farkına bakılmaksızın Ziya Gökalp’tan, Nihal Atsız’dan Nurettin Topçu’ya, Attilâ İlhan’a kadar, (Erol Güngör ve Cemil Meriç dâhil) tavsiye edebiliriz. Şüphesiz, okumak bir merak ve zevk işidir, insanın kendisi koklayarak bulmalı, ya da bulur zaten.

 

Kahramanmaraş’ta yani kendi memleketinizde öğretmen olmak nasıl bir duygudur?

 

Vallahi, işin doğrusu kendi evinde olmanın sıcaklığı gibi bir şeydir, diyebiliriz. Ama bana sorarsanız, daha başarılı bir eğitim ve bilim hayatı için, gurbette olmak lâzım demek isterim. “Ev”, insanı dağıtır çünkü… Hatta idarecilerin yerinde olsam, özellikle akademide (istisnalar dışında) 50 yaşına kadar rotasyonu mecbur tutarım. Görün, nasıl verimli iş ve hizmet üretilirmiş!..

 

Akademik çalışmalarınızı da sormak istiyoruz. Bildiğim kadarıyla Nurettin Topçu’nun öğrencisisiniz. Sonrasında Nurettin Topçu’nun eserlerine dair bir kitap çalışmanız da oldu. O süreci anlatır mısınız?

 

Ben Nurettin Topçu’nun hem bilinen anlamda öğrencisi değilim hem de en bağlılarından öğrencisi sayılırım. Biz üniversitede felsefe okurken, o bir felsefe doçenti olarak İstanbul Erkek Lisesinde öğretmendi. Ben onu henüz lise öğrencisi iken kitaplarıyla tanıdım. İstanbul’a varınca 1966 başından itibaren yeniden çıkarılan Hareket dergisi kanalıyla sohbetlerine de katıldım. 1969’da son sınıftayken de sırf derslerini izlemek için pedagojik formasyon programını ondan aldım. Böylece bir döneme yakın felsefe ve mantık derslerini izleyip, program gereği bir gün de ben ders anlattım, o izledi ve bizim ilgili dosyamızı tanzim etti. Bu anlamda fiilen öğrencisi de sayılabilirim. Ama asıl öğrencisi sayılmamızın sebebi, ona büyük ölçüde fikren de bağlı oluşumuzdandır dense yeridir. 15 yıl lise öğretmenliğinden sonra geç de olsa üniversiteye geçince, orada hocalıkla beraber ilk işim yüksek lisans yapmak oldu ve Topçu hocanın, büyük ölçüde Conformisme et Révolte adıyla 1934 yılında Fransa’da yayımlanmış doktora tezinden hareketle din felsefesini inceledim. (1995’de Nurettin Topçu’da Din Felsefesi başlığıyla yayımlandı.) Ardından Fransızca öğretim görevlisi Musa Doğan arkadaşımla birlikte söz konusu doktora tezini İsyan Ahlâkı adıyla tercüme edip yayımladık (ilk baskısı 1995 ve 25. baskısı “Tamamlayıcı Gözden Geçirme”yle birlikte 2021, Dergâh y.). Bu kitabın, olabildiği kadar aslına yakın tercümesi için ömrümü verdim, desem yerdir (tabii, helâl ü hoş olsun ve bunun hikâyesini 25. baskısında anlattık). Ayrıca onun başta ahlâk ve din felsefesi olmak üzere çeşitli fikirleri üzerine onlarca yazı yazıp tebliğler sunmak nasip oldu. (Dua edin hepsi kitaplaşsın inşallah!)

 

Henri Bergson’a duyduğunuz ilgi de Nurettin Topçu’ya mı dayanıyor? Yüzlerce belki binlerce filozof içinden Bergson’u tercih etmenizin nedeni nedir?

 

Evet, büyük ölçüde öyle... Tabii, felsefenin hakikat araştırmasında akıl ve deneyin yanında sezginin yeri ve değerini merak etmemizin rolü de var şüphesiz. Batı düşünce tarihinde, özellikle yakın çağda bunu en sistematik olarak inceleyen Bergson’dur. Nurettin Topçu Bergson adıyla yayımlanan doçentlik tezinde, sezgi metodunu genel olarak incelemiştir. Biz ise yaptığımız doktora tezi bağlamında, din ve dünya görüşü cihetiyle ele almaya çalıştık. (Mistik Dünya Görüşü ve Bergson başlığıyla 2001’de yayımlandı.)

 

Emekli olduktan sonra yazmayı bırakmadınız. Elbistan’ın Sesi gazetesinde, Dergâh dergisinde yazılarınızı görüyoruz. Yeni bir kitap çalışmanız olacak mı?

 

“Emekli olduktan sonra yazmayı bırakmak” ne kelime, aksine yazacağı olan insanlar, verimli çalışmak ve eserlerini yetiştirmek için emekli oluyorlar. Vaktiyle İsmail Fenni Ertuğrul, Cahit Kayra, Prof. Faruk Sümer ve en son Prof. Orhan Okay hoca bunun en güzel örnekleridir. Fakat maalesef aynı şeyi bazı engeller yüzünden kendim yapabilmiş değilim. Evet, hâlen bir şeyler yazmaya çalışıyoruz. (Zikrettiklerinizden başka bazı akademik dergilerde, Türk Yurdu'nda ve Maraş gazetelerinde de yazıyoruz.) Ama yaş gelip geçtiği için öncelikle bu güne kadar yazdıklarımızı kitaplaştırmanın, sonra da iki yarım çalışmayı tamamlamanın, nihayet baskısı tükenen kitapları gözden geçirip yeni baskılarını yaptırmanın hayali peşindeyiz. Dua edin, “salt hayal” olarak kalmasın!..

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 11